YAŞASIN GÜÇ
Kâh… Güneşin ışığıyla aydınlanan gündüzlerin,
Kâh… Gecenin siyahlığında karanlıklara bürünen gecelerin… devri seyran ettiği şu dünyamızda; Yaşanan, yaşanmaya devam eden ve yaşanacakları düşünerek yaşayan biz faniler için; hayatta varoluşumuzun gayesi ne?
Beklentilerimiz ve isteklerimiz; hayvani arzular taşıyan nefsin yönlendirdiği şeytani mi yoksa fıtri ve ilahi arzu taşıyan ruhun, rahmani bir talep midir?
Kime sorarsak soralım hatta iblise! İblis dahi herkes niyetinin ve maksadının kötülük değil iyilik, çirkinlik değil güzellik, yalancılık değil doğruluk, cimrilik değil cömertlik, zulüm değil adalet, iktidar değil hizmet, savaş değil barış, bölücülük değil uhiyet… vs olduğunu tereddütsüz düşünmeden lisan eder.
İşte tüm meselede zaten bunla başlar.
Çünkü aklını kullanmayan ve düşünmeyen insan toplulukları, etrafı iyi niyet taşları ile döşenmiş cehennem çukurlarına yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramazlar. Çok iyi biliyoruz ki Şeytanın;
Nefsin esiri zihniyetleri, Allah adı ile aldatması geçmişte olduğu gibi bugünde çok kolay olmuştur.
Herkese farklı bir yüzünü gösteren hayat ve bu hayat içerisinde yol alan insanlık;
Bazen aydınlık, güler bir yüzle karşılaştığı gibi;
Bazen de hayatın karanlık ve acı yüzünü görür.
Ekseriyet hayat; doğrulara acı, yanlışlara tatlı yüzünü gösterdiği böylesi bir zamanda;
Hak etmediği iktidarı hile, desise, entrika,baskı ve zulümle, çoğunluğu sağlayarak ele geçiren Emeviler, otoritelerini hakim kılabilmek için kendilerine karşı duranlara “Evet siz bizi istemiyor olabilirsiniz lakin siz istemediğiniz halde biz sizin başınıza geçmiş isek, bu sizin kaderiniz. Allah bunu böyle takdir etmiş size ve siz bu kadere karşı gelmekle Allahın kaderine karşı çıkmış oluyorsunuz. Artık siz mürtet (dinden çıkmış) oldunuz. Ya tövbe eder buna razı olursunuz yahut öldürüleceksiniz.” diyerek otoritelerini perçinletme yoluna gitmişler.
İktidarlarını dini motiflerle süsleyen ve “otoriteyi dinin kendisi” diye algılatan bu zihniyetler, tarihte şekil ve metot değiştirmiş iseler de bu düşüncelerini her daim devam ettirmişlerdir.
İslam adına fetih diyerek topraklarını genişleten, Devletin bekası diyerek kendi şahsi iktidarını sağlamlaştırmak adına cinayetler işleten bu zihniyet “Yorgun olan Tanrıyı istirahat için uykuya” gönderirken kendisini “Tanrının Yeryüzündeki Eli” diye nitelendirip hâkimiyetlerini kurmaya devam etmişlerdir.
Emevi hanedanına karşı çıkan Abdullah bin Zübeyir ve taraftarlarına karşı, Emevi sultanı; Valisi Haccac bin Yusuf’u (Zalim-i Haccac) Mekkeye, Abdullah’a karşı gönderir.
Ordusuyla Mekke’ye gelen Haccac; Müslümanlarca kutsal sayılan Mekke’ye (Ebrehe ve ordusunun başına gelenleri çok iyi bilmesine rağmen) destursuzca girer ve mancınıklarla Kabeyi yıkar. Belirlenen güne kadar da, oradaki muhaliflerin namus ve mallarını yağmayı helal sayar. Esir edilenlerin kellesini tek tek alırken; Haklılığını tebaasına gösterme adına, öldürüleceklere “otoriteye boyun eğme adına tevbe etmelerini” istemek adına sorar. “Sen hangi dindensin?”
Cevap: “Müslümanım” diye geldiğinde öldürülmesini emreder. Sorgulama devam ederken sıra akıllı ve kurnaz birine gelir, aynı sual ona sorulduğunda “Ben senin babanın dinindenim.” der. Haccac ne diyeceğini bilmez bir şaşkınlık içerisinde “Vallahi benim babam namaz kılan, oruç tutan bir müslümandı.
O halde sende Müslümansın. serbestsin.” der.
Serbest bırakılan adam döner ve; “Ey Haccac. Senin baban ne kadar Müslüman olursa olsun senin gibi bir evlat yetiştirip büyüttüğünden, bu cehenneme gitmesi için yeterde artar.” der.
O Halde; Bizler de, ne kadar Müslüman olursak olalım, bizim cehennemde yanmamıza sebep olacak bir nedenimiz var mı? Yok mu?
Haydi… Düşünme zamanı